10. SINIF 4. ÜNİTE OSMANLI’DA ZANAAT, SANAT VE KÜLTÜR FAALİYETLER- TARİH 10 4. ÜNİTE BEYLİKTEN DEVLETE OSMANLI MEDENİYETİ

4. ÜNİTE / 10. SINIF

SÛFÎLER VE ÂLİMLERİN ÖĞRETİLERİNİN ANADOLU’NUN İSLAMLAŞMASINA ETKİLERİ

Anadolu’nun İslamlaşması bir dönemde meydana gelmiş 
ve kısa süre içinde sona ermiş bir olgu değildir.
Türklerin İslamiyet’i kabulüyle başlayan ve XII. yüzyılda gelişimini tamamlayan tasavvuf düşüncesi ve bu düşüncenin mirasçıları Anadolu’nun İslamlaşmasında büyük bir rol üstlendiler. 
XIII. yüzyıl başlarından itibaren ise Orta Asya’nın maruz kaldığı Moğol İstilası’nın ardından kaçan birçok Türk boyu Anadolu’ya sığındı. 
Bunun neticesinde Anadolu tam bir kültür merkezi hâlini aldı. 

Hoca Ahmet Yesevi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bektâş-ı Veli, Ahi Evran, Yunus Emre ve Hacı Bayrâm-ı Veli gibi pek çok sûfi ve âlim bu devirde yetişmiş ve öğretileriyle halkın yaşamına ışık tutmuşlardır.


Hoca Ahmet Yesevi

Pirî Türkistan olarak anılan Hoca Ahmet Yesevi , Divân-ı Hikmet adlı eseriyle İslamiyet öğretisinde söz sahibi oldu. 
O, İslam medeniyetine girmeye başlayan Türk boylarına İslami bilgileri öğretti. 
Birçok derviş yetiştirerek onları manevi fetihler için Anadolu’ya gönderdi. 

Anadolu’nun İslamlaşmasında büyük rol oynadı.

Hacı Bektâş-ı Veli


Hoca Ahmet Yesevi’nin kurmuş olduğu “Yesevîlik Tarikatının Anadolu’daki en büyük uygulayıcılarından olan Hacı Bektâş-ı Veli, Anadolu’da bir zaviye kurarak halkı aydınlatmaya çalıştı. 
Fikirlerini “Makalat” adlı eserinde topladı. 
Halifelerini Balkanlara, Rumeli’ye göndererek, buradaki halkın İslamlaşmasına katkı sağladı. 

Bu dervişler geçtikleri yollar üzerinde rastladıkları dağlara, nehirlere Orta Asya’da bıraktıkları coğrafi yer isimlerini vererek bu toprak parçalarına Türk damgasını vurdu. 

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî 

XII. yüzyıldan itibaren Anadolu şehirlerinde 
Müslümanlarla Hristiyanlar bir arada yaşamaya başladı. 
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ise öğretileri ile tüm insanlığa kucak açmıştır. 
Nitekim Mevlânâ, vefat ettiği zaman, Konya’nın yalnız Müslümanları değil Hristiyan, Yahudileri de cenaze merasimine iştirak etti.
Mevlânâ Celâleddîn-î Rumî; öğretisinde insanlara iyiliği, alçak gönüllüğü, cömertliği, merhametli ve doğru olmayı öğütlemiştir.
Her türlü sevgisizliğe, kötülüğe, bağnazlığa karşı İslami ve insani ilkeleri şiir ve musiki içinde birleştirip dile getiren Mevlânâ, etkisini yüzyıllarca sürdürmüştür.

Ahi Evran

Ahiliğin kurucusu ve aynı zamanda esnaf ve sanatkârın lideri olan Ahi Evran Türk ve İslam dünyasının önemli sofilerindendir. 
Türkiye Selçuklu Devleti’nden de destek gören Ahi Evran, Kayseri’de Fütüvvet teşkilatından esinlenerek ilk Ahi teşkilatını burada kurdu.
XIII. yüzyıldan itibaren Ankara ve Kırşehir’de toplanan Ahiler, kısa sürede Selçuklu şehirlerine yayıldılar. 
Aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda etkili oldular. Nitekim Osman Bey, dönemin Ahi teşkilatı lideri Şeyh Edebali’nın kızıyla evlenerek, Ahilik teşkilatının desteğini almıştı. 
Yine Bursa’nın fethi sırasında Şeyh Edebali’nin yeğeni Ahi Hüseyin’i yanına alan Orhan Gazi, Ahi teşkilatıyla irtibatını geliştirmiştir. 
Dolayısıyla ahiler, Osmanlı Devleti’ne hem askerî, hem de manevi açıdan büyük destek vermişlerdir.

Yunus Emre 

Anadolu’da yetişen ve engin hoşgörülüğü ile bulunduğu bölgede insanlara etki eden Yunus Emre, XIII. yüzyılın ikinci yarısında, Türkiye Selçuklularının son dönemlerinde yaşamış bir sûfi idi. 
Farsça ve Arapçanın genel kabul gördüğü bir dönemde, duygu ve düşüncelerini sade bir Türkçe ile yazmıştır.
Yunus, öğretilerinde bütün insanlığı ilahi aşka, kardeşliğe, merhamet ve şefkate davet etmiş; insan olmanın, kendini bilmenin, Allah’a ulaşmanın şartlarını ve yollarını anlatmıştır

Hacı Bayrâm-ı Veli

Anadolu’nun İslamlaşmasında rol oynayan sûfilerden biri de Hacı Bayrâm-ı Veli’dir. 
O, bilim ve tasavvufu birleştirmeyi başardı. İslamiyet’i iyice anlayarak, önce müderris oldu, medreselerde birçok öğrenci yetiştirdi. 
Sonra da tasavvuf yolunda ilerledi. O, sevenlerini el emeği ile geçinmeye ve el sanatlarını öğrenmeye yönlendirdi. 
Herkese çalışma tavsiyesinde bulundu.
Anadolu’ya gelen konar-göçer Türkmenlerin yerleşik hayata geçmelerine büyük katkı sağladığı gibi; fikirleriyle Anadolu’da Türk ve İslam birliğini sağlanmasında büyük rol oynadı. 



OSMANLI DEVLET İDARESİNİ OLUŞTURAN UNSURLAR

Osmanlı devlet idaresi seyfiye (askerî bürokrasi), 
ilmiye (din, eğitim ve hukuk bürokrasisi) 
ve kalemiye (sivil bürokrasi) şeklinde birbirini tamamlayan üç bölümden oluşurdu. 
Bu üç sınıf üyelerinin Müslüman olma zorunluluğu vardı. 

Bu sınıfların birlikteliği sayesinde Osmanlı Devleti güçlü bir merkezî otoriteye sahip oldu.

Seyfiye (Askerî Bürokrasi)

Kılıç sahibi anlamına gelen askerî sınıfı temsil ederlerdi.
Seyfiyenin Divân-ı Hümâyundaki temsilcileri vezir-i âzam, vezirler, kaptanıderya ve yeniçeri ağası idi.
Seyfiye sınıfının taşradaki temsilcileri ise; eyaletleri yöneten beylerbeyleri ile sancakları yöneten sancak beyleri idi.
Yönetim dışında askerlik görevi de bulunan seyfiye ülkenin iç ve dış güvenliğinin sağlanmasından sorumluydu.

Kalemiye (Sivil Bürokrasi): 

Osmanlı Devleti’nde bürokrasi sınıfını oluşturan bu grup genelde idari ve mali işlere bakarlardı. 
Kalemiyenin Divândaki temsilcileri Anadolu ve Rumeli defterdarları ile nişancı idi. 
Devletin iç ve dış yazışmaları, hazine arazileri ile ilgili kayıtların tutulması da kalemiye sınıfının göreviydi. 
Ayrıca başta reisülküttap olmak üzere Divân toplantılarının bürokratik işlemlerini yürüten kâtipler ile ülke genelindeki her türlü yazışma işlerini yerine getiren memurlar da kalemiye sınıfına dâhildi.

İlmiye (Din, Eğitim ve Hukuk Bürokrasisi)

İlimle uğraşan sınıf anlamına gelir. İlmiye sınıfı mensupları medreselerde iyi bir eğitim gördükten sonra divanda ve diğer idari birimlerde görevlendirilirlerdi. 
Divândaki temsilcileri kazasker; taşradaki temsilcileri ise kadılardı. 
İlmiye sınıfından olan şeyhülislam ise gerekli durumlarda divana katılırdı. 
Bunun dışında ilimle uğraşan müderrisler de bu gruba dâhildi. 
İlmiye sınıfı; devlet idaresi, adalet, ilim ve tedris (eğitim-öğretim) gibi çeşitli vazifelerden sorumluydu
İlmiye sınıfının Divânı-ı Hümayundaki temsilcilerinden olan Kazaskerler Divâna gelen davaları dinler ve karara bağlarlardı. 

Şehir ve kasabalarda ise yargı ve adaletle ilgili görevleri 
kazaskerler adına kadılar yerine getirirdi. 
Kadıların atanması, denetlenmesi ve terfileri bağlı 
bulundukları kazasker tarafından yapılırdı.
Osmanlı sınırları içerisinde açılacak medreselerin ve medreselerdeki müfredatın belirlenmesi; kadı ve müderrislerin tayin edilmesi de kazaskerlerin sorumluluğunda idi. 
İlmiye sınıfının yetki ve görev alanına giren konulardan biri de divanda alınan kararların İslam dinine uygun olup olmadığı yönünde fetva vermek idi. 
Bu yetki Osmanlı Devleti’nde ilmiye sınıfının başı olarak kabul edilen şeyhülislam tarafından kullanılırdı. 
Osmanlı padişahları da kararlarını uygulamadan önce şeyhülislamdan fetva isterlerdi.

KADILAR

Osmanlı taşra teşkilatı içinde yer alan başlıca yönetim birimleri kaza, sancak ve eyalet idi. Kazaların başında ise ilmiye sınıfına mensup kadılar bulunurdu.
Kadıların idari, ilmî ve adli konularda oldukça geniş yetkileri vardı.
Kadılar, bulunduğu kazada devletin şeri ve örfi kanunlarını uygular, merkezden gelen emirleri yerine getirirdi. Bir yargıç olarak davalara bakarlardı.
Kadıların evlenme, boşanma, vakıf kurma, kiralama, vekâlet verme, alım satım gibi işlemlerin karara bağlanması gibi görev ve sorumlulukları da vardı.
Kadıların verdiği kararlar şeriye defterlerine kaydedilirdi.
Kadılar, bulunduğu kazada belediye hizmetlerini de yerine getirirlerdi.
Kazada merkezî otoritenin devamı ve asayişin sağlanmasından sorumlu subaşı ve asesbaşı gibi zabıta kuvvetlerinin başındaki görevliler de kadıya bağlıydı. 
Kazalara bağlı nahiyelerde ise bütün bu görevler kadının atadığı naip tarafından yerine getirilirdi.

OSMANLI EĞİTİM KURUMLARI

Osmanlı Devleti’nde eğitim ve öğretim etkinliğinin 
yapıldığı en temel kurum medreseydi. 
Medreselerde verilen eğitim, ortaöğretim ve yükseköğretim düzeyindeydi. 
Medreselerde dinî bilimler yanında tıp, matematik, fizik, kimya, tarih, coğrafya gibi bilimler de verilirdi. Burada yetişenler Osmanlı ilmiye sınıfı içerisinde önemli mevkilere yükselirlerdi.
İlk Osmanlı medresesi Orhan Bey Dönemi’nde İznik’te açıldı. Orhan Gazi Medresesi” adı verilen medresenin müderrisliğine de dönemin meşhur âlimlerinden Mevlânâ Davud el-Kayserî’yi atadı.
Osmanlı eğitim sisteminin gelişmesinde medrese ve âlimlerin dışında, tekke ve zaviyelerle buradaki ariflerin de büyük katkıları oldu. 
Tekkelerde, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş kişiler(arifler) halka dinî ve ilmî konularda eğitim verdiler.

TÜRK DÜNYASINDA YETİŞMİŞ BAZI BİLİM İNSANLARI 

AKŞEMSEDDİN (1390-1459)

Hacı Bayram Veli’nin müritlerinden olan Akşemseddin aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet’in de lalasıdır.
İstanbul’un fethinden sonra kiliseden camiye dönüştürülen Ayasofya’da ilk cuma namazını kıldırdı.
Akşemseddin, Amasya ve Osmancık medreselerinde tıp, eczacılık ve tasavvuf alanında çalışmalar yaptı. 
“Maddetü’l- Hayat” adlı eserinde ilk defa bazı hastalıkların, tohum adını verdiği mikroplardan kaynaklandığını öne sürdü. 
Yine Akşemseddin aynı eserinde, Pasteur (Pastör)’den çok daha önce bazı hastalıkların kalıtım yoluyla geçtiğini söyledi. 
Akşemseddin, bedensel hastalıkların yanında, ruh hastalıklarının da tedavisiyle uğraştı ve başarılı sonuçlar elde etti.

ULUĞ BEY (1394-1449)

Timur’un torunu ve Timur Devleti’nin dördüncü hükümdarı olan Uluğ Bey aynı zamanda matematik ve astronomi alanında yapmış olduğu çalışmalarla Türk İslam dünyasında nam kazandı. 
Uluğ Bey, hükümdarlığı döneminde, Semerkant’ta medrese ve rasathane inşa ettirdi. 
Uluğ Bey’in inşa ettirdiği Semerkant Rasathanesi’nde ise astronomi alanında önemli çalışmalar yapıldı. 
Burada kullanılan en önemli gözlem araçlardan birisi Güneş’in meridyen geçişlerinin ölçüldüğü “meridyen kadranı” idi. 

ALİ KUŞÇU (1403-1474)

Ali Kuşçu, ilk öğrenimini Semerkant’ta yaptı. Sonra Bursalı Kadızade Rumî
ile Uluğ Bey’den matematik ve astronomi dersleri aldı.
Hazırladığı bir eseri Uluğ Bey’e sundu. Bu eser, “Ay’ın, Toprak Şekillerine Dair Risaleler” adını taşıyordu. 
Ünlü Semerkant Rasathanesinde müdürlük yaptı. Ancak Doğu Türkistan Hakanı
Uluğ Bey’in, bir suikast sonucu öldürülmesine çok üzülen Ali Kuşçu, hac bahanesiyle Semerkant’tan ayrıldı (1449). 
Tebriz’e gelip Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın hizmetine girdi.

Fatih Sultan Mehmet’in daveti üzerine İstanbul’a yerleşti. 
200 akçe maaşla Ayasofya Medresesi müdürlüğüne getirildi.
Ali Kuşçu, İstanbul’a gelirken yolda hazırladığı “Muhammediye” adlı matematik konulu bir eseri Fatih Sultan Mehmet’e sundu. 
Otlukbeli Savaşı sırasında yazdığı astronomiyle ilgili bir risalesine ise uğur niyetine “Fethiye” adını koydu. 
1474 yılında ölen bu büyük bilgin, Türkiye’deki ilk ve gerçek astronomi hocasıdır. 





OSMANLI’DA SÖZLÜ VE YAZILI KÜLT ÜRÜN TOPLUM HAYATINA ETKİLERİ

Sözlü kültür


Türklerin İslamiyet’i kabulünden önce dinî törenlerde ve bazı sosyal etkinliklerde söylenen destanlar, okunan şiirler, sözlü edebiyat ürünlerini oluşturmaktaydı. 
Eski Türk destanlarında, şiirlerinde yer alan vatan sevgisi, kahramanlık gibi temalar Anadolu sözlü kültüründe yeniden şekillenmiştir. Bu durum Osmanlıların kuruluş döneminde Rumeli’ye gerçekleştirdiği fetih hareketlerine de yansımıştır.
Osmanlı esnaf teşkilatı içinde yetişen saz şairleri sözlü edebî geleneği koruyarak âşıklar zümresinin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Özellikle koçaklamalarıyla tanınan Köroğlu aynı zamanda en önemli saz şairidir. 

Köroğlu’nun Bolu Beyi’ne karşı yapmış olduğu mücadele; yiğitlik ve kavganın, haksızlığa karşı duruşun simgesi hâline gelerek şiirlere, türkülere konu olmuştur.

XV. yüzyıldan itibaren en çok görülen sözlü edebiyat ürünü halk hikâyeleridir. 

Ferhat ile Şirin, Arzu ile Kamber gibi çok bilinen aşk hikâyeleri halk arasında çok tutulmuştur.
Yazıcıoğlu Mehmed’in Hz. Muhammed’in özelliklerini, yüce ahlakını, örnek kişiliğini anlattığı manzum bir eser olan Muhammediyye, halk arasında Kur’an-ı Kerim’den sonra en çok okunan kitap olma özelliğini yüzyıllarca korumuştur. 
Köy seyirlik oyunları, kukla, karagöz, meddah ve orta oyunu, sözlü kültürel geleneğin en zengin unsurlarını taşıyan tiyatro örnekleridir.
Edirne ve Topkapı saraylarında başlatılan helva sohbetleri de bir başka sözlü kültür geleneği olarak Osmanlı’daki üst ve orta sınıfı bir araya getirmiştir. 

Türkülerin, ilahilerin, marşların söylendiği, oyunların oynandığı bu toplantılar XX. yüzyılın ilk yarısına kadar sürmüştür.

Yazılı Kültür

Osmanlı’da yazılı kültür ürünleri Eski Anadolu
Türkçesiyle XIII. yüzyıldan itibaren verilmeye başlanmıştır.
Yazılı edebiyatta da varlığını sürdüren destan geleneği, bu dönemde Battalnameler, Danişmendnameler ve Saltuknameler gibi eserlerle karşımıza çıkmaktadır. 
İslam dininin kavramlarını, düşünce sistemini yansıtan, belli bir tarikata bağlı olan şairler tekke ve tasavvuf edebiyatını oluşturmuştur. Hoca Ahmet Yesevi’nin “hikmet” adını verdiği şiirleri bu edebî geleneğin temelini atmıştır.
Yesevi’nin hikmetleri Anadolu coğrafyasında “ilahi, nefes, methiye, deme, nutuk, devriye, şathiye” gibi türlerle karşımıza çıkmaktadır. 

Alevi-Bektaşi halk şiirinin kurucusu olan Kaygusuz Abdal ise nefes ve şathiyeleriyle ünlüdür. Yine Seyyit Nesimi, tasavvuf inançlarıyla Yunus Emre ile benzerlik gösterir.


Divan Edebiyatı

Divan edebiyatı, Oğuz Türklerinin Anadolu’da 

oluşturdukları Türk İslam kültürünü anlatan, Fars ve Arap edebiyatlarının yazım özellikleriyle gelişmiş klasik Türk edebiyatıdır. 
Daha çok medrese eğitimi alan, şeriat bilgisine hâkim, yüksek eğitimli kişilerce okunup yazılan bu edebiyata “saray edebiyatı, yüksek zümre edebiyatı” gibi isimler de verilmiştir.
Divan edebiyatında Arapça ve Farsça kelimeler fazlaca kullanıldığından dili oldukça ağırdır. Divan edebiyatında genellikle ilahi aşk, dinî ve tasavvufi konular işlenmekle birlikte toplumsal hiciv ve mizah türlerinde de önemli eserler verilmiştir.

Osmanlı padişahları içinden de pek çok divan şairi çıkmıştır: II. Murat, II. Mehmet, II. Bayezıd, Cem Sultan, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman bunlardan sadece birkaçıdır. 


II. MURAD DÖNEMİ’NDEKİ KÜLTÜREL GELİŞMELER


Osmanlı padişahları içerisinde asıl kültür hareketlerini 
başlatan, koruyup geliştiren II. Murad , bilinçli bir Türkçeciliğe sahip olup, Türkçenin yozlaşmasına karşı tedbirler almıştır.
II. Murad Dönemi’nde, âlim ve şairlerin çoğu, eserlerini Türkçe yazmışlardır.
Danişmendnâme (Türklerin Anadolu’yu fethini anlatan destan) ve Kâbûsnâme (Mercimek Ahmet’e ait nasihatnâme) gibi eserler II. Murad’ın gayreti ile yeniden Türkçeye tercüme ettirildi. Yine Osmanlı şiir mecmularından olan Mecmûatü’n-Nezâir de II. Sultan Murad’a adandı. 

II. Murad Dönemi’nde bilimsel ve kültürel çalışmalara verilen destek sayesinde Azerbaycan, Türkistan ve Arap Yarımadasından tanınmış birçok bilim insanı Edirne ve Bursa’ya gelerek yerleşti.

Döneminde birçok eserin yapılmasına öncülük ettiği için Ebü’l-Hayrat diye anıldı.
Bursa Muradiye Cami ve Edirne Muradiye Cami kendi adını verdiği en büyük eserlerdir.
Sultan İkinci Murad, Ankara civarında Basıkhisar nahiyesinin yakınında yaptırdığı büyük köprünün geçiş ücretini Mekke ve Medine’deki yoksullara gönderilmek üzere ayırmıştır. 

Yine her yıl Surre-i Hümayun denen özel memurlar ve hacılardan meydana gelen bir alayı Kâbe’ye göndererek, mukaddes yerlerin bakım ve tamirini yaptırmıştır.

Şair Sultanlar


İyi bir eğitimden geçen Osmanlı şehzadeleri ve sultanları, 
genelde musikiye ve şiire ilgi gösterdiler.

Fatih Sultan Mehmet, güzel sanatların çeşitli dallarıyla ilgilendi. Özellikle resme, şiire ve müziğe büyük önem verdi. Fatih, genelde Avnî mahlasıyla şiirler yazdı.


II. Bayezid, büyük bir âlim ve sanatkâr bir padişah idi. Adlî mahlasıyla şiirler yazan ve bir “Divân” tertip eden II. Bayezid, Türkçenin Çağatay lehçesini ve Uygur harflerini de bilirdi.


Yavuz Sultan Selim, Arapça ve Farsçayı çok iyi bilen ve bir Farsça divan tertip edecek derecede şiirler yazabilen büyük bir şairdi. Selimi mahlası ile yazdığı şiirlerinde coşku ön plandadır.


Osmanlı padişahları arasında en çok şiir yazan Kanuni Sultan Süleyman olmuştur.


Kanuni, şiirlerinde genelde Muhibbî mahlasını kullanmıştır. Biri Farsça olmak üzere iki divan sahibidir.

OSMANLI’DA ŞEHİR PLANLAMASI

Osmanlı şehir kültürü, birbirinden çok farklı, etnik, 
dinî ve ekonomik yapılar üzerine tesis edildi. Osmanlı 
Devleti’nde, şehirler ticari faaliyetlerinin yoğunlaştığı güzergâhlar üzerinde kuruldu. 
Osmanlı şehirleri genelde iki parçalı işlevsel alana sahipti.
Bunlardan ilki Osmanlı merkezi iş sahası, diğeri ise konut alanları idi. 
Merkezde, çarşı denilen bölgelerde ekonomik, dinî, kültürel çeşitli faaliyetler yapılmaktaydı. Çarşı konumunun belirlenmesinde kale veya şehir surları, önemli yollar ve önemli kültürel alanlara yakınlık belirleyici rol oynardı.
Cami, bedesten (kapalı çarşı) ve imaret (yemek dağıtılan yer) klasik dönem Osmanlı şehir planına hâkim unsurlardı. Şehrin asıl merkezini bedestenler oluşturmaktaydı.
Bedestenlerin etrafında ise hanlar bulunmaktaydı. 

Hanlar sadece geceleme ihtiyacını karşılayan yerler 
değil, aynı zamanda ticari işlevi de olan yapılardı. 
Şehrin kalbi durumunda olan bu mekânlarda kâr getiren faaliyetler dışında; eğitim, sağlık, yardımlaşma ve diğer faaliyetleri bünyesinde bulundurmaktaydı.
Şehir merkezinde bulunan diğer bir unsur ise sağlık, eğitim, kültürel hizmetleri sunan külliyeler idi. Osmanlı şehir merkezlerinde bulunan büyük camiler genelde külliye ile bağlantılıydı. 
Osmanlı şehirlerinin önemli yapılarından biri de imarethanelerdi. Yoksullara, medrese öğrencilerine, tekkelerde kalanlara, yolculara yemek dağıtmak üzere kurulmuş olan imarethaneler, kamu hizmeti gören önemli hayır kurumlan niteliğindeydi.

Osmanlı şehirlerinin fiziki yapısının ikinci 
kısmını ise mahalleler meydana getirirdi.
Türk evleri genelde çok katlı değildi. Bu evlerin birinci katı taştan yapılmış olup, hizmet katı konumundaydı. Bu katta; depo, çamaşır yıkama yeri, tuvalet ve mutfak yer alırdı. 
Evin üst katı ise oturma alanı olarak kullanılan odalardan ibaretti. Odalar arasında eyvan denilen bir bölüm yer almaktaydı. Eyvan ve odalar sofaya veya hayata (avluya) açılmaktaydı.
Konut alanlarının ötesinde şehir halkına rahatsızlık veren endüstriyel faaliyetler ile kırsal kesimle bağlantısı olan zanaatkârlar yer alırdı. 
Bunları; dericiler, boyacılar, kesimhaneler, kasaplar, demirciler, çilingirler, bakırcılar, çömlekçiler, saraçlar, gıda maddesi satıcıları şeklinde sıralamak mümkündü. 

OSMANLI MİMARİ ANLAYIŞI
Erken Dönem diye bilinen Osmanlı mimarisinin temel 
öğesini külliyeler, külliyelerin ana unsurunu ise camiler oluşturmaktaydı.
İznik’teki Hacı Özbek Cami, Süleyman Paşa Medresesi, Bursa’da Yıldırım Bayezid Döneminde inşa edilen Ulu Cami, Yıldırım Bayezid Bedesteni, Osmanlı Devleti’nin ilk hastanesi niteliğinde olan Yıldırım Darüşşifası bu dönemin mimari eserleri arasında gösterilebilir.
Osmanlı Devleti’nin kendine has üslubunu oluşturduğu Klasik Dönem’e geçiş İstanbul’un Fethi’yle başladı. İlk kez merkezî kubbeli camilere yarım kubbeler eklenerek yeni camiler yapıldı. Bu camilerin yanına dinî, ekonomik ve sosyal ihtiyaçları karşılayacak alt yapı kuruluşlarını barındıran tesisler inşa edilerek “külliyeler” oluşturuldu. Bu nedenle bu döneme aynı zamanda “Büyük Külliyeler Devri” de denilmektedir.
Fatih, II. Bayezid ve Süleymaniye külliyeleri ile başkent İstanbul adeta yeni bir kimliğe büründü

MİMAR SİNAN

Osmanlı Devleti’nde, XVI. yüzyılda yetişmiş 
en büyük mimari ustası Mimar Sinan’dır. 
Mimar Sinan ilk olarak Yavuz Dönemi’nde Osmanlı ordusuna katıldı. 
Kanuni Dönemi’nde, devletin tüm inşaat işlerinden sorumlu mimarbaşı olarak görevlendirildi. Bu görevini II. Selim ve III. Murad dönemlerinde de devam ettirdi. Dört yüzden fazla eseri mevcuttur.
Mimar Sinan, birbirinden güzel eserlerden sonra çıraklık eserim dediği “Şehzade Camisini” inşa edince ünü, imparatorluk sınırları dışına çıktı.
Mimar Sinan kalfalık eseri olan “Süleymaniye Camisinin” ardından; ustalık eseri olan Edirne “Selimiye Camisini” inşa ederek sanatının zirvesine ulaştı.
Ayasofya’yı yeniden inşa edercesine onaran ve ayakta durmasını sağlayan da odur. 

OSMANLI EL SANATLARI

Ahşap ve Taş İşlemeciliği

Ahşap işçiliğiyle uğraşan sanatkârlara “neccar” denilirdi.
Ağaç üzerinde veya diğer ahşap bir malzemede, mobilyada belirlenmiş desen ve çizimlere göre oyulmuş yuvalara gümüş sedef vb. süs maddeleri yerleştirilerek yapılan süsleme sanatına ise “kakmacılık” denir.
Taş işçiliğinin en yaygın biçimini oyma ve kabartmalar teşkil eder. Bu uygulama, taş üzerine nakkaşın hazırladığı resim iğneleme işleminin ardından kömür tozuyla ve silkme usulüyle zemine aktarılır, fırça veya kalemle tespit edildikten sonra taşçılar tarafından işlenerek yapılırdı.

Dokumacılık

Dokumacılık; pamuk, keten, kadife, ipek, yün vb. malzemenin elde edilmesinden kullanıma hazır hâle gelene kadar (kumaş, halı, kilim vs.) geçirdiği sürecin tamamına verilen addır.
Özellikle ipek kumaşlar, Osmanlı törenlerinde ve yüksek sınıf kültüründe, sosyal konum belirleyicisi olarak önemli bir yere sahipti. 
Türk tarihinin en eski dönemlerinden itibaren dokumacılık sektörünün en önemli kolu ise kilim ve halıcılıktı.
Gördes düğümü ile yünden dokunmuş olan Uşak halıları madalyonlu ve yıldızlı halıların en güzel örneklerini teşkil etmiştir.

Çinicilik

Çinicilik, kil topraktan yapılan levhaların genellikle çiçek resimleriyle bezenip fırında pişirilmesi sanatıdır. Çini sanatında, İznik ve Kütahya, Osmanlı Devleti’nin en önemli çini ve seramik merkezleri idi. 
Osmanlı eserlerinde kullanılan çinilerde genelde Türk mavisi, domates kırmızısı, mor, sarı ve yeşil gibi renkler kullanıldı.
Çinilerle bezenmiş Osmanlı eserleri arasında Bursa’daki Yeşil Cami ve Yeşil Türbe; Topkapı Sarayı ve İstanbul’un birçok camileri -özellikle Sultan Ahmet Cami- Osmanlı çiniciliğinin en güzel örnekleri arasında gösterilebilir

Hat Sanatı

Yazı veya çizgi anlamına gelen “hat”, güzel yazı yazma sanatıdır. Hat sanatı ile uğraşanlara ise “hattat” denilir. 
İstanbul’un fethinden önce hat sanatı, Amasya ve Edirne’de gelişmeye başladı. Bu şehirlerde önemli hattatları yetişti.
XVI. yüzyılda yetişen en önemli hattatlardan biri olan Amasyalı Şeyh Hamdullah (Öİ.1520), Osmanlı hat sanatının gelişmesine önemli katkıda bulundu.
XVI. yüzyılın ünlü hattatı ise Ahmet Karahisari’dir (öl. 1556). Hat sanatına farklı bir üslup getiren Ahmet Karahisari’nin en önemli eseri, Kanuni Sultan Süleyman’ın isteği üzerine yazmış olduğu ve hâlen Topkapı Müzesi’nde muhafaza edilen büyük ebattaki Kur’an-ı Kerim’dir