10. SINIF 6. ÜNİTE SULTAN VE OSMANLI MERKEZ TEŞKİLATI

TOPKAPI SARAYI VE DİVÂN-I HÜMÂYUN TARİH 10 6. ÜNİTE SULTAN VE OSMANLI MERKEZ TEŞKİLATI

TOPKAPI SARAYI VE DİVÂN-I HÜMÂYUN


TOPKAPI SARAYI

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra padişah ve ailesinin ikamet edeceği, devlet işlerinin yürütüleceği Topkapı Sarayı’nı inşa ettirdi 
Topkapı Sarayı, devletin merkezi olduğundan çeşitli ülkelerden gelen elçiler burada kabul edildi. 
Padişahın tahta çıkışında yapılan cülus törenleri, bayramlaşma törenleri burada yapıldı. Müslüman olsun gayrimüslim olsun reaya, sorunlarını çözmek için Topkapı Sarayı’na geldi.
Topkapı Sarayı; padişahın hizmetkârlarının bulunduğu enderun (iç saray), birun (dış saray) ile padişahın özel hayatını geçirdiği harem olmak üzere üç bölümden oluşuyordu.


Enderun (İç Saray)


Topkapı Sarayı, devlet adamı yetiştirilmesinin de merkezi konumundaydı.
Enderun Mektebine, devşirme sistemi ile savaşlarda esir alınan 8-10 yaş arasındaki çocuklar arasından boylu-poslu, ahlaklı ve zeki olanlar alınırdı. 
Bunlar Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı gibi saraylarda eğitim alır, Türk İslam âdet ve geleneklerine göre yetiştirilirdi. Aldıkları eğitim sonrasında yetenekli öğrenciler tespit edilerek saray üniversitesi niteliğinde olan Enderuna alınırlardı. 
Enderunda dinî, ilmî ve siyasi eğitim yanında saray protokollerini öğrenir, daha sonra devlet kademelerinde görev alırlardı.
Enderundan yetişenler arasında vezir-i âzamlığa kadar yükselenler olurdu.
 
Birun (Dış Saray)

Dış anlamına gelen birun, Topkapı Sarayı’nın Bâb-ı Hümâyûn ile Babüssaade arasında kalan bölümdür. 
Osmanlı sarayı ve padişahın dış hizmetine bakan ve sarayda kalma mecburiyetinde olmayan; padişah hocası, hekimbaşı, göz hekimi, hünkâr imamı gibi ulemâ sınıfından olanlarla şehremini, darphane ve arpa eminleri gibi sivil görevlilere de “Birun halkı” veya “Dış halkı” denirdi. 
Bunların dışında Topkapı Sarayı’nda, Enderun dışında kalan emir-i âlem, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı, mir-i ahur, bostancı ve bunların emrindekiler Birun görevlilerini oluştururlardı.

Harem

Osmanlılar Dönemi’nde evler ve devlet adamlarının konutları demek olan saraylar, harem ve selamlık diye ikiye ayrılmıştı.
Fatih Dönemi’nde, Topkapı Sarayı bünyesine bir de harem inşa edildi. 
Devşirme sistemi ile hareme alınan cariyeler, kalfaların sıkı disiplini altında Müslüman adap ve terbiyesiyle yetiştirilir; okuma-yazma, dinî bilgiler, dikiş nakış, yeteneklerine göre musiki, sofra hizmetleri derslerini öğrenirlerdi. 
Bu yönüyle harem aynı zamanda saray okulu niteliğindeydi. 
Haremden sorumlu en yetkili kişiye harem ağası denirdi.

DİVÂN-I HÜMÂYUN VE ÜYELERİ

Osmanlı Devleti’nde, padişahın başkanlığında birinci derecede devlet işlerini görüşmek üzere toplanılan Divâna “Divânıhümâyun” adı verilirdi. 
İlk divân, Orhan Bey Dönemi’nde kuruldu. I. Murat zamanında divândaki vezir sayısı artırıldı.
Divân, Orhan Bey Dönemi’nden Fatih’in ilk devirlerine kadar her gün toplandı. 
XVI. yüzyıldan itibaren ise divân toplantıları haftada dört güne indi.
Fatih’e kadar divâna hükümdarlar, Fatih’ten sonra vezir-i âzamlar başkanlık etti.
Divân XVII. yüzyıldan itibaren önemini kaybetti. 
Zamanla sadrazam konakları Bab-ı Âli (yüksek veya yüce kapı) adını alarak devletin yönetim merkezi hâline geldi.

Vezir-i âzam (Sadrazam):

Padişahın mutlak vekili idi. Bundan dolayı padişahın mührünü de taşırdı. 
Her türlü hükümet işlemlerini padişah adına onaylayarak resmileştirir idi. 
Fatih Dönemi’nden itibaren Divân toplantılarına başkanlık eden vezir-i âzam, mülki ve askerî büyük makamlara atamalarda bulunurdu. 
Padişah sefere katılmadığı takdirde “Serdar-ı Ekrem” unvanıyla ordunun başında sefere çıkardı. 
Ayrıca başkentteki düzen ve yönetimden de sorumluydu.

Vezirler

Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında 
padişahın yardımcısı konumunda olan bir vezir bulunmaktaydı. 
Ancak I. Murad Dönemi’nden itibaren ülke sınırları ve sorunlarının artmasına bağlı olarak vezir sayısı da artmış ve bu nedenle birinci vezire vezir-i âzam denilmiştir. 
Vezirler, Divânda vezir-i âzamin sağında bulunur, Kubbealtı denilen yerde toplanıp kendilerine verilen işlere baktıkları için Kubbe vezirleri olarak da anılırlardı. 
Kanuni Dönemi’nden itibaren önemli eyaletlere atanan valiler, vezirler arasından seçildi. 

Kazasker

Adalet işlerinden sorumludur. 
Medrese işlerine bakar, kadı ve müderrislerin atamalarını yapardı. 
Taşrada kadıların çözemediği davaları çözmeye çalışırdı. 
Fatih Dönemi’nden itibaren Anadolu ve Rumeli kazaskeri olarak sayıları ikiye çıkarılmıştır.


Defterdar:

Mali alandaki tüm işlemlerden sorumlu idi. 
Divânda iki defterdar bulunurdu. 
Rumeli defterdarı baş defterdar olarak Anadolu defterdarından daha geniş yetkilere sahipti. 
Baş defterdar yatırım, para basımı ile ilgili girişimleri ve hazırladığı bütçeyi önce sadrazama sunar, padişah onayı ile de uygulamaya koyardı.

Nişancı

Divânda, padişah adına alınan her türlü ferman ve berata padişahın tuğrasını çekerdi. 
Fethedilen bölgelerdeki arazileri tapu tahrir defterlerine kaydederdi. 
Tevkiî ya da Tuğraî olarak da bilinirdi. 
Kanuni Dönemi’nden itibaren, tımarların sisteminin düzenlenmesi ve dağıtılması görevi de nişancıya verildi. 

Şeyhülislam

Divânın asli üyesi olmayan şeyhülislam, gerekli görülen konularda Divâna çağrılır ve fikri alınırdı.
İlmiye sınıfının başı olarak en yüksek din görevlisi konumundaydı.
Divânda alınan kararların şeri hukuka uygun olup olmadığı yönünde karar verirdi. 
Şeyhülislamın bu kararına da fetva denirdi.

Reisülküttap

Divân-ı Hümâyun’un asli üyesi olmayan reisülküttaplar, Divân kâtiplerinin ve kalemlerinin şefi konumundaydılar.
XVII. yüzyıl sonlarına kadar nişancıya tabi olarak görev yaptılar.
Reisülküttapların görevleri, 
Divânda kabul edilen fermanlara uygun olarak emirleri yazmak,
Padişah ve vezir-i âzama gelen mektupları tercüme ettirerek bunlara cevaplar hazırlamaktı.

Kaptanıderya

Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nden itibaren kaptanıderya da Divânın asıl üyesi olmuştur. 
Denizcilik işlerinden sorumlu en büyük komutan sıfatındaydı.
 Tersaneye ait işlere bakar, donanma ile ilgili çalışmaları yürütürdü.

Yeniçeri Ağası

Askerî konularda gerek görüldüğü zaman Divâna çağrılırdı. 
Kapıkulu askerlerinin her türlü sorununu Divâna iletirdi. 
Aynı zamanda başkent İstanbul’un da güvenliğinden sorumluydu.

OSMANLI MERKEZİYETÇİ YAPISININ GÜÇLENDİRİLMESİ

Osmanlı Devleti’nin kısa sürede büyümesinde ve varlığını uzun yıllar korumasında gelişmiş bir devlet teşkilatına ve güçlü merkeziyetçi yapıya sahip olmasının payı büyüktür. 
Osmanlı devlet yönetiminde, sömürgeci bir anlayış görülmez. 
Osmanlı Devleti’nde, devletin devamlılığı esastır. 
Bu yüzden sonsuza kadar yaşayacağı düşüncesi için “Devlet-i Ebed Müddet”, devletin büyüklüğü için de “Devlet-i Âliyye, Devlet-i Muazzama” gibi unvanlar verildi. 
İlk Türk devletlerinde olduğu gibi “kut alma” anlayışı Osmanlı’da da devam etti. 
Ancak bu durum Osmanlılarda, Allah’ın takdir ve inayeti olarak yorumlandı.


Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde diğer Türk İslam devletlerinde olduğu gibi “Ülke hanedanın malıdır. ” anlayışı vardı.
Alplerin, devletin ileri gelen ailelerin ve ahilerin onayladığı en başarılı şehzade padişah oluyordu. Bu anlayış sık sık taht kavgalarına dolayısıyla da merkezî otoritenin zayıflamasına neden oluyordu. 
Bu anlayış I. Murad Dönemi’nde “Ülke hükümdarın ve oğullarının malıdır.” anlayışına dönüştü. 
Böylece hâkimiyet bir sülaleden alınarak bir aileye mahsus kılındı. 
Fatih çıkardığı ‘’Fatih Kanunnâmesi’’ ile tahta çıkan hükümdarın kardeşlerini öldürebileceğini ilan etti.

Fatih’ten önce vezir-i âzamlık ve beylerbeyliği gibi 
önemli görevlere nüfuzlu Türkmen ailelerine mensup kişiler getiriliyordu.
Fatih, devşirme sisteminden  yetişenleri vezir-i âzam, vezirlik, beylerbeylik gibi yüksek görevlere getirerek Osmanlı Devleti’nde mutlak gücün padişahta olduğu anlayışını yerleştirdi. 
Böylece nüfuzlu Türk ailelerinin hükümdar üzerindeki gücüne son vererek merkeziyetçi devlet yapısını güçlendirdi.
Fatih döneminden itibaren müsadere denilen sistem uygulanarak yüksek derecede görev yapanların ölümleri hâllerinde mallarına el konularak bunların hazineye intikal ettirilmesi sağlandı. 
İlk kez 1453 yılında Vezir-i âzam Çandarlı Halil’in ailesinin malları müsadere edildi. Fatih’in, müsadere sistemini uygulamak istemesinin en önemli gerekçesi merkeziyetçi yapıyı güçlendirmek ve devlet otoritesine rakip olabilecek oluşumları engellemekti. 

Fatih Dönemi’nde, merkeziyetçi devlet yapısını güçlendirmek amacıyla yapmış olduğu uygulamalardan biri de haremden evlenme geleneği başlamasıdır. 
Yabancı bir prensesin ya da güçlü bir Türk ailesine mensup bir kadının ailesi, Osmanlı hanedanıyla evlilik bağı kurarak siyasi çıkarlar sağlayabiliyordu. 
Fatih, tüm bu olumsuzları gidermek amacıyla başta padişah olmak üzere, Enderunda saraya bağlı yetişen devlet yöneticilerinin, saray hareminden yetiştirilen kadınlarla evlenme geleneğini başlattı.
Böylece devlet taşraya gönderdiği idareci ve askerî görevlilerin nüfuzlu ailelerin kızlarıyla evlenmelerinin önüne geçerek merkezî otoriteyi korudu. 

DEVLET İDARECİLERİNDE BULUNMASI GEREKEN VASIFLAR

Osmanlı Devleti’nde tahta çıkan padişahların ve idarecilerin sahip olması gereken vasıflar, nasihatnâme ve siyasetnâmelerde belirtilmiştir. 
Nasihatnâme ve siyasetnâmeler, devlet yönetimiyle ilgili, devlet idarecilerine ve devlet adamlarına idarecilik ilim ve sanatına dair bilgiler veren, onlara pratik tavsiyelerde bulunan siyasi ve ahlaki içerikli eserlerdir. 
Osmanlı Devleti’nde nasihat geleneği Osman Gazi öncesine dayanır. 
Öncelikle Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye nasihatleri rivayet edilir ki bunlar dinî, ilmî ve ahlaki öğüt niteliğindeydi. 
Yine II. Murad’ın, oğlu II. Mehmet (Fatih) için yazmış olduğu “Nasihat-üs Sultan Murad”; Yavuz’un, oğlu I. Süleyman’a (Kanuni) yazdığı “Siyasetnâme” ile Vezir-i âzam Lütfi Paşa’nın yazmış olduğu “Âsafnâme” önemli nasihatnâme ve siyasetnâmelerin arasında gösterilebilir.

ŞEHZADELER VE SANCAĞA ÇIKMA USULÜ

Osmanlı Devleti’nde, padişahın erkek çocuklarına “şehzade” denirdi.
Şehzadeler, sancağa çıkmadan önce sarayda iyi eğitim alırlardı.
 Osmanlı şehzadelerin, gelecekte hükümdar adayı olmaları vesilesiyle gerekli beceri ve tecrübeyi almaları için kendilerine yardımcı olarak atanan lalalar nezaretinde sancaklara çıkarılırlardı. 
Sancağa çıkma yaşı genelde on beş idi. 
Osmanlı Devleti’nde, İzmit, Bursa, Kefe, Konya, Kastamonu, Kütahya, Manisa ve Amasya gibi şehirler önemli şehzade sancaklarıydı.
Sancakta bulunan şehzadelere “Çelebi Sultan” denirdi. 

Şehzadeler görev yaptıkları sancaklarında zeamet 
ve tımar dirlikleri dağıtabilir, resmî belge ve yazışmalara kendi tuğralarını çekebilirlerdi. 
Ancak tüm bu işleri merkeze yani başkente bildirmek ve kayıt altına almak zorundaydılar.
II. Selim Dönemi’nden itibaren şehzadelerin sancaklara çıkma yönteminde sadece büyük ve hükümdar adayı olan şehzadenin sancağa çıkmasına karar verildi ve sadece Manisa şehri şehzade sancağı olarak belirlendi. 
XVII. yüzyıldan itibaren ise büyük şehzadenin de sancağa çıkma usulü tamamen kaldırılarak şehzadelerin sarayda eğitim almalarına karar verildi.
Sancağa çıkma yerine şehzadelere ismen sancak verilerek yerine mütesellim (vekil) gönderildi.