TOPKAPI SARAYI VE DİVÂN-I HÜMÂYUN
TOPKAPI SARAYI
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra padişah ve ailesinin ikamet edeceği, devlet işlerinin yürütüleceği Topkapı Sarayı’nı inşa ettirdi
Topkapı Sarayı, devletin merkezi olduğundan çeşitli ülkelerden gelen elçiler burada kabul edildi.
Padişahın tahta çıkışında yapılan cülus törenleri, bayramlaşma törenleri burada yapıldı. Müslüman olsun gayrimüslim olsun reaya, sorunlarını çözmek için Topkapı Sarayı’na geldi.
Topkapı Sarayı; padişahın hizmetkârlarının bulunduğu enderun (iç saray), birun (dış saray) ile padişahın özel hayatını geçirdiği harem olmak üzere üç bölümden oluşuyordu.
Enderun (İç Saray)
Topkapı Sarayı, devlet adamı yetiştirilmesinin de merkezi konumundaydı.
Enderun Mektebine, devşirme sistemi ile savaşlarda esir alınan 8-10 yaş arasındaki çocuklar arasından boylu-poslu, ahlaklı ve zeki olanlar alınırdı.
Bunlar Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı gibi saraylarda eğitim alır, Türk İslam âdet ve geleneklerine göre yetiştirilirdi. Aldıkları eğitim sonrasında yetenekli öğrenciler tespit edilerek saray üniversitesi niteliğinde olan Enderuna alınırlardı.
Enderunda dinî, ilmî ve siyasi eğitim yanında saray protokollerini öğrenir, daha sonra devlet kademelerinde görev alırlardı.
Enderundan yetişenler arasında vezir-i âzamlığa kadar yükselenler olurdu.
Birun
(Dış Saray)
Dış anlamına
gelen birun, Topkapı Sarayı’nın Bâb-ı Hümâyûn ile Babüssaade arasında kalan
bölümdür.
Osmanlı
sarayı ve padişahın dış hizmetine bakan ve sarayda kalma mecburiyetinde
olmayan; padişah hocası, hekimbaşı, göz hekimi, hünkâr imamı gibi ulemâ
sınıfından olanlarla şehremini, darphane ve arpa eminleri gibi sivil
görevlilere de “Birun halkı” veya “Dış halkı” denirdi.
Bunların
dışında Topkapı Sarayı’nda, Enderun dışında kalan emir-i âlem, kapıcılar
kethüdası, çavuşbaşı, mir-i ahur, bostancı ve bunların emrindekiler Birun
görevlilerini oluştururlardı.
Harem
Osmanlılar
Dönemi’nde evler ve devlet adamlarının konutları demek olan saraylar, harem ve
selamlık diye ikiye ayrılmıştı.
Fatih Dönemi’nde, Topkapı Sarayı bünyesine bir de harem inşa edildi.
Devşirme sistemi ile hareme alınan cariyeler, kalfaların sıkı disiplini altında Müslüman adap ve terbiyesiyle yetiştirilir; okuma-yazma, dinî bilgiler, dikiş nakış, yeteneklerine göre musiki, sofra hizmetleri derslerini öğrenirlerdi.
Bu yönüyle harem aynı zamanda saray okulu niteliğindeydi.
Haremden sorumlu en yetkili kişiye harem ağası denirdi.
Fatih Dönemi’nde, Topkapı Sarayı bünyesine bir de harem inşa edildi.
Devşirme sistemi ile hareme alınan cariyeler, kalfaların sıkı disiplini altında Müslüman adap ve terbiyesiyle yetiştirilir; okuma-yazma, dinî bilgiler, dikiş nakış, yeteneklerine göre musiki, sofra hizmetleri derslerini öğrenirlerdi.
Bu yönüyle harem aynı zamanda saray okulu niteliğindeydi.
Haremden sorumlu en yetkili kişiye harem ağası denirdi.
DİVÂN-I HÜMÂYUN VE ÜYELERİ
Osmanlı Devleti’nde, padişahın başkanlığında birinci derecede devlet işlerini görüşmek üzere toplanılan Divâna “Divânıhümâyun” adı verilirdi.
İlk divân, Orhan Bey Dönemi’nde kuruldu. I. Murat zamanında divândaki vezir sayısı artırıldı.
Divân, Orhan Bey Dönemi’nden Fatih’in ilk devirlerine kadar her gün toplandı.
XVI. yüzyıldan itibaren ise divân toplantıları haftada dört güne indi.
Fatih’e kadar divâna hükümdarlar, Fatih’ten sonra vezir-i âzamlar başkanlık etti.
Divân XVII. yüzyıldan itibaren önemini kaybetti.
Zamanla sadrazam konakları Bab-ı Âli (yüksek veya yüce kapı) adını alarak devletin yönetim merkezi hâline geldi.
Osmanlı Devleti’nde, padişahın başkanlığında birinci derecede devlet işlerini görüşmek üzere toplanılan Divâna “Divânıhümâyun” adı verilirdi.
İlk divân, Orhan Bey Dönemi’nde kuruldu. I. Murat zamanında divândaki vezir sayısı artırıldı.
Divân, Orhan Bey Dönemi’nden Fatih’in ilk devirlerine kadar her gün toplandı.
XVI. yüzyıldan itibaren ise divân toplantıları haftada dört güne indi.
Fatih’e kadar divâna hükümdarlar, Fatih’ten sonra vezir-i âzamlar başkanlık etti.
Divân XVII. yüzyıldan itibaren önemini kaybetti.
Zamanla sadrazam konakları Bab-ı Âli (yüksek veya yüce kapı) adını alarak devletin yönetim merkezi hâline geldi.
Vezir-i
âzam (Sadrazam):
Padişahın
mutlak vekili idi. Bundan dolayı padişahın mührünü de taşırdı.
Her türlü
hükümet işlemlerini padişah adına onaylayarak resmileştirir idi.
Fatih
Dönemi’nden itibaren Divân toplantılarına başkanlık eden vezir-i âzam, mülki ve
askerî büyük makamlara atamalarda bulunurdu.
Padişah
sefere katılmadığı takdirde “Serdar-ı Ekrem” unvanıyla ordunun başında sefere
çıkardı.
Ayrıca
başkentteki düzen ve yönetimden de sorumluydu.
Vezirler
Osmanlı
Devleti’nin kuruluş yıllarında
padişahın
yardımcısı konumunda olan bir vezir bulunmaktaydı.
Ancak I.
Murad Dönemi’nden itibaren ülke sınırları ve sorunlarının artmasına bağlı
olarak vezir sayısı da artmış ve bu nedenle birinci vezire vezir-i âzam
denilmiştir.
Vezirler,
Divânda vezir-i âzamin sağında bulunur, Kubbealtı denilen yerde toplanıp
kendilerine verilen işlere baktıkları için Kubbe vezirleri olarak da
anılırlardı.
Kanuni
Dönemi’nden itibaren önemli eyaletlere atanan valiler, vezirler arasından
seçildi.
Kazasker
Adalet
işlerinden sorumludur.
Medrese
işlerine bakar, kadı ve müderrislerin atamalarını yapardı.
Taşrada
kadıların çözemediği davaları çözmeye çalışırdı.
Fatih
Dönemi’nden itibaren Anadolu ve Rumeli kazaskeri olarak sayıları ikiye
çıkarılmıştır.
Defterdar:
Mali
alandaki tüm işlemlerden sorumlu idi.
Divânda iki
defterdar bulunurdu.
Rumeli
defterdarı baş defterdar olarak Anadolu defterdarından daha geniş yetkilere
sahipti.
Baş
defterdar yatırım, para basımı ile ilgili girişimleri ve hazırladığı bütçeyi
önce sadrazama sunar, padişah onayı ile de uygulamaya koyardı.
Nişancı
Divânda,
padişah adına alınan her türlü ferman ve berata padişahın tuğrasını
çekerdi.
Fethedilen
bölgelerdeki arazileri tapu tahrir defterlerine kaydederdi.
Tevkiî ya da
Tuğraî olarak da bilinirdi.
Kanuni
Dönemi’nden itibaren, tımarların sisteminin düzenlenmesi ve dağıtılması görevi
de nişancıya verildi.
Şeyhülislam
Divânın asli
üyesi olmayan şeyhülislam, gerekli görülen konularda Divâna çağrılır ve fikri
alınırdı.
İlmiye
sınıfının başı olarak en yüksek din görevlisi konumundaydı.
Divânda
alınan kararların şeri hukuka uygun olup olmadığı yönünde karar verirdi.
Şeyhülislamın
bu kararına da fetva denirdi.
Reisülküttap
Divân-ı
Hümâyun’un asli üyesi olmayan reisülküttaplar, Divân kâtiplerinin ve kalemlerinin
şefi konumundaydılar.
XVII. yüzyıl
sonlarına kadar nişancıya tabi olarak görev yaptılar.
Reisülküttapların
görevleri,
Divânda
kabul edilen fermanlara uygun olarak emirleri yazmak,
Padişah ve
vezir-i âzama gelen mektupları tercüme ettirerek bunlara cevaplar hazırlamaktı.
Kaptanıderya
Kanuni
Sultan Süleyman Dönemi’nden itibaren kaptanıderya da Divânın asıl üyesi
olmuştur.
Denizcilik
işlerinden sorumlu en büyük komutan sıfatındaydı.
Tersaneye
ait işlere bakar, donanma ile ilgili çalışmaları yürütürdü.
Yeniçeri
Ağası
Askerî
konularda gerek görüldüğü zaman Divâna çağrılırdı.
Kapıkulu
askerlerinin her türlü sorununu Divâna iletirdi.
Aynı zamanda
başkent İstanbul’un da güvenliğinden sorumluydu.
OSMANLI MERKEZİYETÇİ YAPISININ GÜÇLENDİRİLMESİ
Osmanlı
Devleti’nin kısa sürede büyümesinde ve varlığını uzun yıllar korumasında
gelişmiş bir devlet teşkilatına ve güçlü merkeziyetçi yapıya sahip olmasının
payı büyüktür.
Osmanlı
devlet yönetiminde, sömürgeci bir anlayış görülmez.
Osmanlı
Devleti’nde, devletin devamlılığı esastır.
Bu yüzden
sonsuza kadar yaşayacağı düşüncesi için “Devlet-i Ebed Müddet”, devletin
büyüklüğü için de “Devlet-i Âliyye, Devlet-i Muazzama” gibi unvanlar
verildi.
İlk Türk
devletlerinde olduğu gibi “kut alma” anlayışı Osmanlı’da da devam etti.
Ancak bu
durum Osmanlılarda, Allah’ın takdir ve inayeti olarak yorumlandı.
Osmanlı
Devleti’nin ilk dönemlerinde diğer Türk İslam devletlerinde olduğu gibi “Ülke
hanedanın malıdır. ” anlayışı vardı.
Alplerin,
devletin ileri gelen ailelerin ve ahilerin onayladığı en başarılı şehzade
padişah oluyordu. Bu anlayış sık sık taht kavgalarına dolayısıyla da merkezî
otoritenin zayıflamasına neden oluyordu.
Bu anlayış
I. Murad Dönemi’nde “Ülke hükümdarın ve oğullarının malıdır.” anlayışına
dönüştü.
Böylece
hâkimiyet bir sülaleden alınarak bir aileye mahsus kılındı.
Fatih
çıkardığı ‘’Fatih Kanunnâmesi’’ ile tahta çıkan hükümdarın kardeşlerini
öldürebileceğini ilan etti.
Fatih’ten
önce vezir-i âzamlık ve beylerbeyliği gibi
önemli
görevlere nüfuzlu Türkmen ailelerine mensup kişiler getiriliyordu.
Fatih,
devşirme sisteminden yetişenleri vezir-i âzam, vezirlik, beylerbeylik
gibi yüksek görevlere getirerek Osmanlı Devleti’nde mutlak gücün padişahta
olduğu anlayışını yerleştirdi.
Böylece
nüfuzlu Türk ailelerinin hükümdar üzerindeki gücüne son vererek merkeziyetçi
devlet yapısını güçlendirdi.
Fatih
döneminden itibaren müsadere denilen sistem uygulanarak yüksek derecede görev
yapanların ölümleri hâllerinde mallarına el konularak bunların hazineye intikal
ettirilmesi sağlandı.
İlk kez 1453
yılında Vezir-i âzam Çandarlı Halil’in ailesinin malları müsadere edildi.
Fatih’in, müsadere sistemini uygulamak istemesinin en önemli gerekçesi
merkeziyetçi yapıyı güçlendirmek ve devlet otoritesine rakip olabilecek
oluşumları engellemekti.
Fatih
Dönemi’nde, merkeziyetçi devlet yapısını güçlendirmek amacıyla yapmış olduğu
uygulamalardan biri de haremden evlenme geleneği başlamasıdır.
Yabancı bir
prensesin ya da güçlü bir Türk ailesine mensup bir kadının ailesi, Osmanlı
hanedanıyla evlilik bağı kurarak siyasi çıkarlar sağlayabiliyordu.
Fatih, tüm
bu olumsuzları gidermek amacıyla başta padişah olmak üzere, Enderunda saraya
bağlı yetişen devlet yöneticilerinin, saray hareminden yetiştirilen kadınlarla
evlenme geleneğini başlattı.
Böylece
devlet taşraya gönderdiği idareci ve askerî görevlilerin nüfuzlu ailelerin
kızlarıyla evlenmelerinin önüne geçerek merkezî otoriteyi korudu.
DEVLET
İDARECİLERİNDE BULUNMASI GEREKEN VASIFLAR
Osmanlı
Devleti’nde tahta çıkan padişahların ve idarecilerin sahip olması gereken
vasıflar, nasihatnâme ve siyasetnâmelerde belirtilmiştir.
Nasihatnâme
ve siyasetnâmeler, devlet yönetimiyle ilgili, devlet idarecilerine ve devlet
adamlarına idarecilik ilim ve sanatına dair bilgiler veren, onlara pratik
tavsiyelerde bulunan siyasi ve ahlaki içerikli eserlerdir.
Osmanlı
Devleti’nde nasihat geleneği Osman Gazi öncesine dayanır.
Öncelikle
Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye nasihatleri rivayet edilir ki bunlar dinî, ilmî
ve ahlaki öğüt niteliğindeydi.
Yine II.
Murad’ın, oğlu II. Mehmet (Fatih) için yazmış olduğu “Nasihat-üs Sultan Murad”;
Yavuz’un, oğlu I. Süleyman’a (Kanuni) yazdığı “Siyasetnâme” ile Vezir-i âzam
Lütfi Paşa’nın yazmış olduğu “Âsafnâme” önemli nasihatnâme ve siyasetnâmelerin
arasında gösterilebilir.
ŞEHZADELER
VE SANCAĞA ÇIKMA USULÜ
Osmanlı
Devleti’nde, padişahın erkek çocuklarına “şehzade” denirdi.
Şehzadeler,
sancağa çıkmadan önce sarayda iyi eğitim alırlardı.
Osmanlı
şehzadelerin, gelecekte hükümdar adayı olmaları vesilesiyle gerekli beceri ve
tecrübeyi almaları için kendilerine yardımcı olarak atanan lalalar nezaretinde
sancaklara çıkarılırlardı.
Sancağa
çıkma yaşı genelde on beş idi.
Osmanlı
Devleti’nde, İzmit, Bursa, Kefe, Konya, Kastamonu, Kütahya, Manisa ve Amasya
gibi şehirler önemli şehzade sancaklarıydı.
Sancakta
bulunan şehzadelere “Çelebi Sultan” denirdi.
Şehzadeler
görev yaptıkları sancaklarında zeamet
ve tımar
dirlikleri dağıtabilir, resmî belge ve yazışmalara kendi tuğralarını
çekebilirlerdi.
Ancak tüm bu
işleri merkeze yani başkente bildirmek ve kayıt altına almak zorundaydılar.
II. Selim
Dönemi’nden itibaren şehzadelerin sancaklara çıkma yönteminde sadece büyük ve
hükümdar adayı olan şehzadenin sancağa çıkmasına karar verildi ve sadece Manisa
şehri şehzade sancağı olarak belirlendi.
XVII.
yüzyıldan itibaren ise büyük şehzadenin de sancağa çıkma usulü tamamen
kaldırılarak şehzadelerin sarayda eğitim almalarına karar verildi.
Sancağa
çıkma yerine şehzadelere ismen sancak verilerek yerine mütesellim (vekil)
gönderildi.